Tabii! Yazınızın noktalama işaretlerini düzenledim ve daha akıcı bir hâle getirdim. İşte düzenlenmiş metin:
Orada birileri var mı? Sesimizi duyan birileri var mı? Bizimle iletişim kurmaya çalışan birileri var mı? Herkes nerede?
Bundan tam 50 yıl önce insanlık, tarihinin en cesur mesajlarından birini gönderdi.
İnsanlık, ilk kez sesini evrene duyurdu.
Bu, insanlığın varlığını ve temel bilgilerini evrene tanıtan bir mesajdı: “Biz buradayız, yalnız mıyız?” sorusunu yıldızlararası boşluğa taşıyordu.
Sonra Voyager sondası, insanlığın evrene bıraktığı bir mesajla, bir mektup gibi yola çıktı. Üzerinde altın bir plak taşıyordu; dünyanın seslerini, müziğini ve “Merhaba” diyen farklı dillerden kelimeleri barındıran bir mesaj... İnsanlığın “Biz buradayız” dediği başka bir çağrıydı.
Aynı dönemde, SETI projesiyle gökyüzünü dinlemeye başladık. Yıldızların arasından gelecek en ufak bir fısıltıyı duyabilmek için...
Uzayın derinliklerini daha yakından görebilmek adına yıldızların arasına teleskoplar yerleştirdik.
Dünya benzeri gezegenleri inceliyoruz: Atmosferlerindeki gazlardan aldığımız verilere, sinyallerine kadar her ayrıntıyı analiz ediyoruz.
Anlayabilmek için simülasyonlar oluşturuyoruz. Aynı zamanda Mars gibi uzak gezegenlere araçlar gönderiyoruz; oradaki toprağı, havayı ve kayaçları inceliyoruz.
Milyonlarca dolarlık projeler, yıllar süren araştırmalar ve sayısız geçip giden insan ömrü... Tüm bu keşifler, her şey tek bir sorunun cevabını bulabilmek için.
Binlerce yıldır tek bir sorunun peşindeyiz. Gökyüzüne bakarak yıldızların arasında yanıtı arıyoruz:
Evrende yalnız mıyız? Uzaylılar... Bizim gibi akıllı varlıklar var mı?
Aslında çok basit bir soru gibi görünüyor, değil mi? Ama gerçekte hiç de basit değil, çünkü yüzyıllardır hâlâ cevabını veremediğimiz bir soru.
Bu büyük soruyu yanıtlamaya çalışırken, ilk adımı evimizden atalım. Dünyadan, bize yaşamın varlığını gösteren, Güneş Sistemi’mizdeki tek gezegenden...
Bu, Güneş Sistemi'miz içerisindeki cisimlerin boyut farklarını gösteren harika bir fotoğraf.
Güneş Sistemi'miz, Güneş'in çekim gücü altında dönen gezegenlerle, uydularla, asteroidlerle ve kuyruklu yıldızlarla dolu. Güneş’ten en uzak gezegen olan Neptün'e kadar uzanan bu devasa sistem, yaklaşık 4.5 milyar kilometre genişliğinde.
Ancak, Güneş Sistemi'miz bu sonsuz evrende bir kum tanesi kadar bile değil. Bilim insanları, evrende bizimki gibi milyarlarca, hatta trilyonlarca Güneş Sistemi olduğunu tahmin ediyor. Her bir sistemdeki yıldızlar, tıpkı Güneş gibi, etraflarında dönen gezegenlerle birlikte devasa galaksilerle bir araya geliyor.
Sadece bizim galaksimiz olan Samanyolu'nda bile 100 milyardan fazla yıldız var. Üstelik bu sadece tek bir galaksi... Evrenimizde, Samanyolu gibi trilyonlarca galaksi bulunuyor. Bu sayılar, insan aklının sınırlarını zorlayacak kadar büyük. Bizler, bu uçsuz bucaksız evrenin içinde küçücük bir noktadan ibaretiz.
Bu enginlikte, bu önemsizliğimizde var olan tek yaşamın yalnızca bizim gezegende olması kulağa pek mantıklı gelmiyor.
Yani, sayılar ve ihtimaller evrenin başka köşelerinde bizim gibi düşünen, sorgulayan ve keşfetmeye çalışan akıllı varlıkların olduğunu söylüyor.
Eğer yaşam yaygınsa, o zaman galaksi zeki medeniyetlerle dolu olmalı. Samanyolu Galaksisi yaklaşık 13.6 milyar yıldır var. Her yerde zeki uzaylı aktivitesine dair bolca kanıt olmalı.
Ama galaksimiz sessiz. Şimdiye kadar bildiğimiz tek yaşam, tam burada, evimizde.
Tüm bu arayışların, soruların ve çabaların ardından... Şu an için bir boşluğa bakıyoruz ve birilerinin de bize baktığını umuyoruz.
Hâlâ bir yanıt yok...
Yani evrende yaşamın varlığıyla ilgili iki karşıt gerçek arasında derin bir çelişki var. Bir tarafta yaşamın var olması gerektiği fikri, diğer tarafta kanıtın olmaması gerçeği bir paradoksa dönüşmüş durumda.
Bu da bizi başka bir soru sormaya teşvik ediyor: Eğer dünya dışı varlıklar varsa, neden onları hâlâ bulamadık?
Bilim insanları ve filozoflar onlarca yıldır bu soruyu yanıtlamaya çalışıyorlar ve bu sorunun peşinde birçok hipotez geliştirdiler.
Seyahat Engelleri
Akıllı medeniyetler var olsa bile, çok uzak mesafeler arasında etkileşime girmek son derece zor, hatta imkânsız diyebiliriz. Mesela gitmeyi hayal etsek...
Şu ana kadar insan taşıyan bir aracın uzayda elde ettiği en yüksek hız rekoru, saatte yaklaşık 40 bin kilometre ile Apollo 10 uzay aracına ait. Ancak kozmolojik ölçekte bu hızlar, insanların diğer gök cisimlerine gitmesi için yeterli değil. Örneğin, 40.000 km/s hızla hareket eden bir uzay aracıyla, Dünya’ya en yakın gezegen olan Mars’a ulaşmak aylar alıyor.
Güneş Sistemi’ne en yakın yıldız sistemi olan Alfa Centauri’nin yaklaşık 4 ışık yılı uzakta olduğunu düşünürsek, şu an sahip olduğumuz teknolojilerle en yakın yıldız sistemine ulaşmak için insan ömrü bile yeterli değil.
İletişim Engelleri
Bu mesafeleri düşününce zaten seyahat tamamen imkânsız görünüyor. Peki, gitmesek de ışık hızıyla bir mesaj ya da sinyal göndersek?
Bu bile okyanusa bir bardak daldırıp balık tutmaya çalışmak gibi olur. Çünkü mesafeler aklımızın almayacağı kadar büyük. Sadece Samanyolu’nu ışık hızıyla katetmek asırlar alır.
Işık hızı, saniyede 300 bin kilometredir. Güneş’i merkeze alarak 1 ışık dakikası uzaklaştığınızı düşünün. Yaklaşık 8 dakikada Dünya’ya, 43 dakikada Jüpiter’e ulaşırdınız. 1 saatte 1 milyar kilometre yol katederek Jüpiter’i biraz geçerdiniz. Devasa ve etkileyici bir gök cismi olan Güneşimiz, bu uzaklıktan artık küçücük bir nokta olarak görünürdü.
4 saatte Kuiper Kuşağı’nın yanından geçerdiniz. 1 günü tamamladığınızda yaklaşık 26 milyar kilometre yol katedilmiş olurdu. Şimdi biraz daha hızlanalım ve Güneş’ten 1 ışık yılı kadar uzağa gidelim.
Devam ettiğimizde, yaklaşık 4 ışık yılı uzaklıkta, Güneş Sistemi’ne en yakın yıldız sistemi olan Alfa Centauri’nin yanından geçiyoruz. 100 ışık yılını tamamladığımızda, 946 trilyon kilometre mesafeyi geride bırakmış olurduk. Ancak hâlâ Samanyolu’nun dışına çıkamamış olurduk.
Peki, Samanyolu’nun çapını katetmek için ne kadar ışık yılına ihtiyaç var? Üstelik bu sadece bizim galaksimiz...
Yıldızlar ve galaksiler arasındaki bu muazzam mesafeler, ışığın sonlu hızıyla birleşince, dünya dışı medeniyetlerden gelen sinyallerin veya araştırma araçlarının henüz bize ulaşmamış olabileceği ya da tam tersinin olabileceği, çok da mantıksız görünmüyor, değil mi?
Görüş Engeli
Peki, bunların hiçbirini yapmasak, sadece gözlemle neden bir uzaylı medeniyeti fark edemiyoruz? Ya da onlar bizi neden fark etmiyor?
Mesela, uzayın derinliklerinden Dünya’ya baktığınızda buranın yaşam dolu bir gezegen olduğunu anlamak mümkün mü? Yakından baktığınızda ve doğru araçlara sahip olduğunuzda evet.
Eğer bu kadar yakın bir mesafeden baksaydınız, yapay ışıkları fark edip burada zeki bir yaşam olduğunu anlardınız. Ancak mesafe arttıkça işler daha karmaşık hâle geliyor.
Örneğin, Ay’dan Dünya’ya bakacak kadar yakın olsaydınız, geceleri şehir ışıkları gibi yapay izler gözünüze çarpardı. Gözlerinizle bile Dünya’nın canlı bir gezegen olduğunu hissedebilirdiniz. Bu izler, bir gezegende yalnızca yaşam değil, zekâ barındıran bir medeniyet olduğunu da anlamanızı sağlardı.
Ancak Satürn’den, yani yaklaşık 1,4 milyar kilometre uzaktan baktığınızda, Dünya sadece soluk bir mavi nokta olarak görünürdü. Detayları görmek mümkün olmazdı. Bu mesafeden yaşamın varlığını anlamak için yalnızca teleskoplara güvenebilirdiniz. Atmosferik analizlerle oksijen, metan ve su buharı gibi yaşam göstergelerini tespit etmeye çalışırdınız.
Daha uzaklara gittiğinizde ise Dünya’yı arka plandaki yıldızlardan ayırt etmeniz bile mümkün olmazdı. Aynı şekilde, Güneş Sistemi dışındaki gezegenlere baktığımızda durum pek farklı değil.
Peki, uzayın karanlığında, bizimki gibi yaşam barındıran ve gözden kaçırdığımız kaç gezegen olabilir?
Farklı Zaman Ölçekleri
Evren 13,7 milyar yıldır var. Akıllı medeniyetler herhangi bir zamanda ortaya çıkmış, yükselmiş ya da son bulmuş olabilir. Bu da bizi başka bir hipoteze götürüyor:
Bizim varlığımız, başka bir medeniyetin varlığıyla çok az ya da hiç örtüşmemiş olabilir. Yani iki uygarlığın aynı anda var olup iletişim kurabilmesi için zamanlama kusursuz olmalı.
İlk Ziyaret Hipotezi
Bu noktada bir başka hipotez doğuyor: Uzaylılar, bizim medeniyetimiz oluşmadan çok önce Dünya’yı ziyaret etmiş olabilir mi?
Belki de geldiklerinde karşılarında yaşam ya da akıllı yaşam yoktu. Bu yüzden gezegenimiz onlar için sıradan bir duraktan ibaretti. İlgi çekici bir şey olmadığı için buradan ayrıldılar ve keşiflerine devam ettiler.
Teknolojik Olmayan Uygarlıklar
Dünya dışı zekâ arayışımız genellikle bizimki gibi teknolojik uygarlıklara odaklanıyor. Ancak, akıllı yaşamın teknolojik olmayan biçimlerde var olması da mümkün. Bu da onları mevcut yöntemlerimizle tespit etmeyi zorlaştırır, hatta imkânsız hâle getirir.
Tam tersi bir durumda ise Aurora Etkisi devreye girebilir: Gelişmiş medeniyetler, enerji kullanımlarını o kadar verimli hâle getirmiş olabilir ki, teknolojileri bizim algı sınırlarımızı aşmış ve mevcut araçlarımız için neredeyse görünmez olmuştur.
Paradigmanın Paradoksu
Gerçeklik ve zekânın doğası hakkındaki anlayışımız, bizim sınırlı bakış açımız ve teknolojik yeteneklerimizle şekilleniyor. Bizden tamamen farklı prensiplerle var olan dünya dışı yaşam formlarının varlığı mümkün. Bu durumda onları kavrayamaz ya da tanıyamazdık.
Belki de insan merkezli bir mercekten bakarak dünya dışı yaşamı arıyoruz. Ancak tamamen farklı işleyiş ilkelerine sahip yaşam formlarına dair kanıtları kaçırıyor ya da yanlış yorumluyor olabiliriz.
Doğal Afetler
Hayal edin, milyonlarca yıl önce Dünya devasa dinozorlarla doluydu. O zamanlar insanlar yoktu, hatta memeliler bile oldukça basit canlılardı. Gezegenimizin hâkimiyeti dinozorların elindeydi… ta ki bir gün her şey bir anda değişene kadar.
Yaklaşık 66 milyon yıl önce, Dünya’ya devasa bir asteroid çarptı. Bu çarpışma, gezegenin yüzeyini yerle bir etti, atmosferi zehirli gazlarla doldurdu ve Güneş ışığını yıllarca engelledi. Sonuç? Dinozorların yok oluşu.
Şimdi düşünelim: Dinozorların başına gelen bu felaket, başka gezegenlerde de yaşanmış olabilir mi? Belki evrende başka yaşamlar vardı ama onlar da büyük felaketler yüzünden yok oldular.
Bu hipoteze göre, evrende gelişmiş zekâya sahip yaşam formları olabilir. Ancak büyük doğal felaketler, bu yaşam formlarının insanlarla iletişim kurma aşamasına gelmeden yok olmasına neden olmuş olabilir. Yani, yaşamın var olması yaygın olsa da, gelişmiş zekâ formları bu tür felaketler yüzünden daha nadir olabilir.
Büyük Filtre Hipotezi
Doğal afetler olmasa bile, zeki yaşam kendini yok etme eğilimine sahip olabilir.
Örneğin, Soğuk Savaş sırasında ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki gerginlikler dünyayı nükleer bir savaşın eşiğine getirmişti. Eğer bu savaş başlasaydı, sonuçları ne olurdu?
Başka gezegenlerdeki uygarlıklar da benzer süreçlerden geçmiş olabilir. Yıldızlar arası seyahat ya da iletişim yapamadan nükleer savaşlar, çevresel yıkımlar veya diğer sebepler bir çeşit “filtre” görevi görmüş olabilir. Bu filtreyi geçemeyen medeniyetler, kendilerini yok etmiş olabilir.
Hayvanat Bahçesi Hipotezi
Düşünün, Dünya’daki bazı uzak bölgelerde hâlâ dış dünyayla temas kurmamış kabileler yaşıyor. Biz, bu kabilelerin yaşam tarzlarını ve kültürlerini korumak için genellikle onlarla temas kurmuyoruz. Çünkü onların doğal gelişimini bozmak istemiyoruz ve onlara zarar verebilecek hastalıklar ya da teknolojik değişimler getirebileceğimizi biliyoruz.
Aynı durumu evren ölçeğinde düşünelim.
Belki de evrende bizden çok daha gelişmiş uygarlıklar var. Ancak onlar, bizim doğal gelişimimize müdahale etmek istemiyor. Uzaktan izliyor ve bizim teknoloji ve bilgelik olarak gelişmemizi bekliyor olabilirler. Henüz müdahale edilmeyecek kadar ilkel bir aşamada olduğumuz için bizimle temas kurmuyor olabilirler. Tıpkı bir hayvanat bahçesinde hayvanları gözlemleyen insanların onlara karışmaması gibi.
Nadir Dünya Hipotezi: Dünya Bir İstisna mı?
Galapagos Adaları'nı düşünün: Çok özel ve nadir koşulları nedeniyle dünya çapında ekolojik bir hazine olarak kabul ediliyor. Bu adaların izolasyonu, benzersiz iklimi, volkanik yapısı ve farklı deniz akıntılarının birleşimi, burada başka hiçbir yerde bulunmayan türlerin ortaya çıkmasına olanak sağladı.
Tıpkı Galapagos’un dış dünyadan kopmuş bir yaşam sığınağı olması gibi, Dünya da uzay boşluğunda eşsiz bir "yaşam adası" olabilir. Koruyucu atmosferi, manyetik alanı, Ay gibi bir uydusunun varlığı gibi unsurlar, yaşamın ortaya çıkmasında kritik rol oynamış olabilir.
Eğer bu faktörlerden biri eksik olsaydı, belki de yaşam hiç oluşamayacaktı. Bu durumda Dünya, evrendeki diğer gezegenlere kıyasla nadir ve benzersiz bir istisna mı?
Nadir Zekâ Hipotezi: Zeki Yaşam Bir İstisna mı?
Diyelim ki Dünya nadir değil, ancak bizimki gibi gelişmiş zekâ formları? Bu hâlâ istisnai bir durum olabilir.
Dünya'da insanlar dışında da zekâya sahip canlılar var: Yunuslar, maymunlar, hatta kargalar. Ancak hiçbiri insanlar gibi karmaşık teknolojiler geliştiremedi. Hiçbir hayvan bir uçak inşa etmedi, yıldızlara ulaşmaya çalışmadı.
İnsan zekâsı, çok özgün bir şekilde evrildi. Bu nedenle, benzer şekilde gelişmiş zekâların başka gezegenlerde ortaya çıkma olasılığı düşük olabilir. Gelişmiş zekâ, sıradan yaşam formlarına kıyasla evrende çok daha nadir olabilir.
Başkalarını Yok Eden Uygarlıklar
Belki de en korkutucu hipotez: Zeki yaşam, doğası gereği başkalarını yok eder.
Biz insanlar, zekâmız ve teknolojik yeteneklerimiz arttıkça diğer canlılar için büyük bir tehdit oluşturmadık mı? Ekosistem dengelerini değiştirdik, ormanları yok ettik, sanayi için nehirleri kuruttuk. Soyu tükenmekte olan türlerin yaşam alanlarını ortadan kaldırdık.
Daha yüksek zekâya sahip bir tür de aynı mantıkla hareket ederek, diğer akıllı yaşam formlarını yok etme eğiliminde olabilir. Eğer böyle bir model evrende yaygınsa, bu durum birçok medeniyetin birbirini yok ettiği bir döngü yaratmış olabilir.
Karanlık Orman Hipotezi: Evrenin Sessizliği
Bu bizi bir başka hipoteze götürüyor: Karanlık Orman Hipotezi.
Radyo sinyalleri göndermek ya da büyük teknolojik yapılar inşa etmek, diğer medeniyetlere varlığınızı ifşa eder. Ancak bu, hayatta kalma şansınızı azaltabilir. Çünkü evrendeki diğer medeniyetler, tehdit algısıyla saldırgan davranabilir.
Bu yüzden evren devasa ve karanlık bir orman gibidir. Herkes saklanır ve olabildiğince sessiz kalır. Evrenin "sessizliği", aslında hayatta kalma içgüdüsünün bir sonucudur.
Simülasyon Hipotezi: Gerçeklik Bir Yanılsama mı?
Belki de bunların hiçbiri doğru değil. Belki de bir bilgisayar simülasyonunun içindeyiz.
Algıladığımız evren, sahte bir gerçeklikten başka bir şey olmayabilir. Uzaylı uygarlıklar ya da başka yaşam formlarının bulunmadığı bir evren, bizim için bilinçli bir şekilde simüle ediliyor olabilir.
Belki de biz, bir başka zekâ formunun oluşturduğu bir deneyin parçasıyız ve bu deneyin sınırlarını anlamamız mümkün değil.
Arthur C. Clarke'ın dediği gibi:
“İki olasılık var. Ya Evren’de yalnızız ya da değiliz. Her ikisi de bir o kadar korkutucu.”
Bu söz, evrenin sessizliğiyle yüzleşirken aklımıza gelen en derin sorulardan birini özetliyor. Peki, size göre bu sessizliğin nedeni ne olabilir? Bahsettiğim hipotezler kulağınıza mantıklı geliyor mu, yoksa farklı bir fikriniz mi var? Yorumlara mutlaka yazın; bu konuda sohbet etmek çok ilginç olur.
Benim Görüşüm
Bana soracak olursanız, evrenin uçsuz bucaksızlığı, dünya dışı yaşam olasılığını neredeyse kesin kılıyor. Her biri milyarlarca yıldıza sahip milyarlarca galaksi ve bu yıldızların etrafında dönmekte olan yaşanabilir gezegenler var.
Dahası, yaşamın yapı taşları olan organik moleküller, yıldızlararası bulutlarda, kuyruklu yıldızlarda ve meteoritlerde bolca bulunuyor. Bu moleküller, yalnızca Dünya’ya özgü değil; evrensel bir gerçeklik.
Bir de ekstremofiller var. Yellowstone’daki kimyasal açıdan ölümcül göletlerde, Antarktika'nın dondurucu vadilerinde ya da okyanusların en derin ve sıcak noktalarında hayatta kalan bu canlılar, yaşamın zorlu koşullara uyum sağlayabileceğini gösteriyor. Bu da, yaşamın yalnızca "mükemmel koşullarda" ortaya çıkmadığını kanıtlıyor.
Bir Fenerin Işığı
Şu anki teknolojimizle evreni keşfetmeye çalışmak, karanlık bir okyanusun ortasında elimizdeki küçük bir fener ışığını dalgalara tutmak gibi. Bu ışığı görecek ve yanıt verecek biri var mı? Yanıt vermek isteyecek mi? İşte bu, başka bir büyük soru.
Bu konuda hazırladığım bir içerikte, bilimsel ilerlemenin bize nasıl bir avantaj sağladığını detaylıca ele aldım. Gözlem araçlarımız ve teleskoplarımız giderek daha güçlü hale geliyor. Şu anda bile yaşamın izlerini aramaya başladık; bu arayışta bir dönüm noktasında olabiliriz.
Fermi Paradoksu: Sessiz Gökyüzü
Tüm bu olasılıklara rağmen, gökyüzü hâlâ sessiz. Bu sessizlik, Fermi Paradoksu olarak bilinen soruyu ortaya çıkarıyor: Eğer evrende bu kadar çok potansiyel yaşam formu varsa, neden henüz birine rastlamadık?
Bazıları UFO’lar, 51. Bölge veya kaçırılma hikayelerini bu boşluğu doldurmak için kullanıyor. Ancak bunların bilimsel bir temeli yok. NASA’nın açıklamalarına göre, rapor edilen nesnelerin %95-98’i tanımlanabiliyor. Geriye kalan "tanımlanamayan" kısmın da bilimsel açıklamaları olabileceği belirtiliyor.
Bu yüzden, spekülasyonlardan ziyade bilime yönelmek en mantıklı yol. Elde ettiğimiz verilere hayal gücümüzü değil, gerçekleri eklememiz gerekiyor.
Yaşamın İpuçları
Şimdiye kadar Samanyolu Galaksisi’nde binlerce gezegen keşfettik. Bu gezegenlerin büyük bir kısmı Dünya ile benzer büyüklükte ve yıldızlarının "yaşanabilir bölgelerinde" yer alıyor. Yani sıvı suyun bulunabileceği mesafelerde.
Üstelik galaksimizin trilyonlarca gezegene ev sahipliği yaptığını biliyoruz. Teleskoplarımız güçleniyor, gözlem teknolojilerimiz gelişiyor. Belki de evrenin sırlarını çözmeye hiç olmadığımız kadar yakınız. Ancak soru şu: Akıllı bir yaşam formu bulabilecek miyiz?
Bu senaryolar, neden karşılaşmadığımıza dairdi. Peki ya aksi olsaydı?
Günün birinde teleskoplardan ya da dinleme antenlerinden gelen verilerle, akıllı yaşamın varlığına dair bir sinyal keşfetseydik, Dünya buna hazır mı sizce?
Böyle bir olasılıkta uygulanacak bir protokol var mı?
1989 yılında yapılan bir toplantıda, Dünya dışı bir medeniyetten bir sinyal algılanması durumunda hangi adımların atılacağına ilişkin, dokuz ilkeden oluşan bir çerçeve tasarlandı.
Sinyali analiz etme, doğrulama ve cevap verip vermeme üzerine ortak bir karar alma protokolü... Dilerseniz, aşağıdaki ilkeleri inceleyebilirsiniz:
1- Dünya dışı zekâya dair bir sinyal veya kanıt bulan kişi ya da kuruluş, bunu kamuya açıklamadan önce dikkatlice analiz etmeli. Bu kanıtın doğal bir fenomen ya da insan yapımı bir şey olmadığından emin olunmalı.
2- Kanıt, bağımsız doğrulama için diğer araştırma kuruluşlarıyla paylaşılmalı ve sinyalin gerçekliği kolektif olarak araştırılmalı.
3- Sinyalin Dünya dışı varlıklardan geldiğine dair güvenilir bir kanıt tespit edilirse, uluslararası organlara bildirilmelidir.
4- Bu aşamada, tespit hemen, açık ve geniş bir şekilde iletilmeli; keşfeden kişi ya da kuruluş, ilk kamu duyurusunu yapma ayrıcalığına sahip olmalıdır.
5- Tespitlerle ilgili veriler, uluslararası bilim camiasına sunulmalıdır.
6- Sinyalin kaynağı izlenmeli ve daha fazla tespit yapılırsa, bilgiler analiz için paylaşılmalıdır.
7- Sinyalin tespit edildiği kaynağın korunması için Uluslararası Telekomünikasyon Birliği'ne haber verilmelidir.
8- Uluslararası bir anlaşma yapılmadıkça, sinyale yanıt gönderilmemelidir.
9- Sinyalin analizi için bilim insanları ve diğer uzmanlardan oluşan uluslararası bir komite oluşturulmalıdır.
Bu protokolde benim ilgimi çeken madde şu oldu: Uluslararası bir anlaşma yapılmadıkça, sinyale yanıt gönderilmemeli.
Böyle bir durumda sizce bu sinyale yanıt vermeli miyiz? Yoksa sessiz kalıp gözlem yapmaya devam mı etmeliyiz?
Yok edici uygarlıklar hipotezini hatırlayın...
Bu durumda akla gelen ilk soru şüphesiz, onların barışçıl mı yoksa düşmanca mı oldukları olacaktır, değil mi? Çünkü onlarla iletişim kurmak, bizim için bir risk oluşturabilir.
İletişim kurarken, karşılaştığımız uygarlığın niyetini anlamadan adım atmak büyük bir tehlikeye yol açabilir. Bu nedenle, onlarla ilgili sahip olmamız gereken ilk bilgi, onların teknolojik gelişmişlik seviyeleri olurdu herhâlde.
Karşılaştığımız uygarlık bizden çok daha gelişmişse, bu, onların bizim için bir tehlike oluşturabileceği anlamına gelir. Onların teknolojik üstünlüğü, Dünya üzerindeki dengeleri tamamen değiştirebilir.
Bu durumda niyetleri ve bu teknolojileri nasıl kullandıkları büyük bir soru işareti yaratırdı. Öyle değil mi?
Bu bizi Kardeshev Ölçeği'ne götürüyor...
KARDESHEV ÖLÇEĞİ
1964'te, Dünya dışı uygarlıklar tarafından bilgi iletimi başlıklı bir makale yayınlandı...
Makalenin amacı, SETI araştırmacılarının hangi tür radyo frekanslarını (ve hangi enerjilerde) aramaları gerektiğini önermekteydi.
Bir medeniyetin potansiyel gelişim seviyesini karakterize etmek için Kardashev, kullanabilecekleri enerji miktarına dayalı üç seviyeli bir ölçek önerdi.
Bu ölçeğe göre bir uygarlığın ne kadar gelişmiş olduğunu anlamanın anahtarı, o uygarlığın enerji kullanımıyla doğrudan bağlantılıdır.
Tip 1: Gezegen Medeniyeti
Bu seviyeye ulaşan bir uygarlık, gezegenimizin tüm enerji kaynaklarını tamamen kontrol edebilir. Yani rüzgar, güneş, su… Dünya’nın gücünü maksimum seviyede kullanarak gezegeni sürdürülebilir bir şekilde yönetebilir.
Mesela biz hâlâ enerji kaynaklarımızın büyük kısmını sınırlı ve sürdürülemez şekilde kullanıyoruz.
Tip 2: Yıldız Medeniyeti
Tip 2 medeniyetine ulaştığımızda, yalnızca gezegenimizi değil, bir yıldızın tüm enerjisini kontrol edebilecek kapasiteye sahip oluruz. Bu, yalnızca hayatta kalmak için değil, yıldız sisteminde dev projeler gerçekleştirmek için de gereken gücü sağlar.
Örneğin, Tip 2 medeniyetine ulaşmanın en ünlü fikirlerinden biri, yıldızın etrafına dev bir yapı, Dyson Küresi, inşa etmektir. Güneş’in yaydığı tüm enerjiyi yakalayan bir sistem düşünün. Böyle bir teknolojiye sahip olduğumuzda, insanlık gerçek anlamda bir “yıldızlar arası tür” haline gelebilir.
(Dyson Küresi'ni bir film sahnesiyle düşünün...)
Tip 3: Galaksi Medeniyeti
Kardashev ölçeğinin zirvesidir. Bu seviyede bir medeniyet, yalnızca bir yıldız değil, bir galaksinin tamamındaki enerji kaynaklarını kullanabilir. Bu tür bir medeniyet, galaksideki yıldız sistemlerini birleştirebilir ve hatta galaksi içinde seyahat etmek için yeni yollar geliştirebilir.
Tip 3 seviyesine ulaşmış bir medeniyet, Samanyolu’ndaki yüz milyarlarca yıldızın enerjisini toplayarak devasa projeler yapabilir. Örneğin, kara deliklerden enerji elde etmek, galaksiler arası iletişim sistemleri kurmak veya yeni galaksilere açılan yollar oluşturmak mümkün hale gelir.
Bu, evreni anlamak, hatta belki de yeniden şekillendirmek için sınırsız bir güç anlamına gelir.
Peki, biz bu ölçeğin neresindeyiz? Dünyanın en zeki canlısı olduğumuza dair inancımıza rağmen, medeniyet olarak henüz bu ölçeğin ilk seviyesine bile ulaşamadık. Henüz 0.7 seviyesindeyiz.
Ancak ilerlememiz, bir gün bu seviyeleri aşabileceğimizi gösteriyor.
İnsanlar olarak ömrümüz çok kısa... Evet, yaklaşık 60 yıl fena bir süre değil ama bir düşünün; Evren'imiz 13.82 milyar yıldır var! Bu sürenin genişliğini algılamak çok zor.
Bu 13.82 milyar yıllık süreyi tek bir yıl gibi düşünürsek, modern insan sadece son 8 dakikadır, medeniyetimiz ise sadece son 1 saniyedir var.
Bilimimizin felsefi temelleri son birkaç bin yıldır gelişiyor olsa da, gerçek anlamıyla bilim, teknoloji ve bunları besleyen enerjinin üretimi Sanayi Devrimi ile başladı. Yani sadece son 200 yılda!
Afrika'daki savanalarda aslanlardan kaçıp geyik avlama noktasından çıkıp, Ay'da insanlar yürüdü, atomun sırlarını çözdük, makineleri havada uçurmayı başardık. Yıldızlara dokunduk.
Bu skalada Tip-1 bir medeniyete ulaştığımızda, medeniyetimiz, gezegenimizdeki süreçlere hükmedebilir olacak.
Oralarda bir yerlerde bu seviyelere erişmiş herhangi bir medeniyet olabilir mi?
Bilmiyorum ama eğer bir gün akıllı yaşamın olduğu bir uygarlıkla karşılaşırsak, sadece sorularımıza yanıtlar bulmakla kalmayız.
Eğer bizden gelişmişlerse, bu bizim insanlık olarak şu an nerede olduğumuzu ve gelecekte nereye gidebileceğimizi de hayal etmemizi sağlar.
Bilim ve teknolojiyle ne kadar ileri gidebiliriz? Sadece gezegenimizi mi kontrol edeceğiz, yoksa bir gün yıldızlararası bir uygarlık mı olacağız?
SON
Bu soruların tamamı, insanın kendi içindeki tutkunun ve arayışın bir yansımasıdır. Çünkü dış dünyada keşfettiğimiz her yeni şey, aslında içsel bir merakın ve tutkularımızın bizi harekete geçirmesinin sonucudur.
Eğer bu yolculuğun bir parçası olup benimle birlikte yeni sorulara cevap aramak istiyorsanız, videoyu beğenip abone olabilirsiniz. Çünkü bu arayış, sadece burada bitmiyor.
Şu an cevapları bilmiyoruz. Ama bir şeyi kesinlikle biliyoruz: İnsanlık olarak gökyüzüne bakmayı, “orada bir yerde” bir şeyler aramayı, sorular sormayı bırakmayacağız.
Kaynaklar;
https://www.eso.org/public/videos/GarchingOPIS-zoom/
https://science.nasa.gov/exoplanets/discoveries-dashboard/
https://iaaseti.org/en/declaration-principles-concerning-activities-following-detection/
hhttps://tr.wikipedia.org/wiki/Karda%C5%9Fev_%C3%B6l%C3%A7e%C4%9Fi
https://science.nasa.gov/exoplanets/search-for-life/
http://cdsads.u-strasbg.fr/pdf/1964SvA.....8..217K